17 Nisan 2010 Cumartesi

Terapiyle Tanışma

Akıl her sıçradığında insanoğlunu yerinden oynatır

Parçalanıyorsun dedi terapistim. Varlığın, benliğin değerlerin parçalanıyor, bedenin de buna ayak uyduruyor dedi, ne de olsa varlığın somut görünümüdür beden...
Uzun zamandır, çok derinlerde hissettiğim şeyleri yüzüme sakince söyleyiverdi. Varoluşsal bir kriz içinde olduğumu, ağır bir travma yaşadığımı, yerimin, yurdumun, yolumun, amacımın kalmadığını, özgürlüğünü ve yolunu kaybetmiş bir göçebe olduğumu... En ağırı da yine o sakin ses tonuyla "sanki yaşamıyorsun da yaşama maruz kalıyorsun" demesiydi.
Parçalanan şey hala bana hükmediyor terapistime göre. İdealleri temsil eden bir üstses beni sürekli yargılıyor, cezalandırıyor. Eskinin ağırlığı, yıkıntısı hala omuzlarımda yani. Üstbenliğimin geçmişte kalmasına izin vermediği bir yenilgi, geri basma, işe yaramazlık duygusu; anlamını yitirme, kendine hayatta yer bulamama hissi; sana dair olan, kendini üzerinden anlamlandırdığın herşeyin avuçlarında dağılımasını, unufak olmasını izlemek. Kim olduğunu, nereye ait olduğunu, ne istedini bilmemek. Boşluk. İnsanın kendini hiç tanımadığını görmesi ne kadar acı, onca yıla, o kadar çabaya, düşünmeye rağmen, kendisine bu kadar yabancı olması...
Seviyorum sandığın şeyleri sevmediğini, inanıyorum sandığın şeylere inanmadığını, zannettiğin insan olmadığını, senelerdir sanal bir benliğin ardına sığındığını... O benlik öyle güçlü, öyle heybetliydi ki, senelerce en yakınlarım bile acılarımı, çıkmazlarımı umursamadı, nasılsa altından kalkar, nasılsa ayakta kalır, güçlü ya...
15-16 yaşında bir benlik kurgusu yapıyor insan, bunu çevrene yansıtıyorsun, çevren de daha da güçlenmiş haliyle geri yansıtıyor sana, zamanla yaptığın kurguyla gerçek benlik arasındaki açı giderek açılıyor, sen kurguna sahip çıktıkça gerçeklik giderek uzaklaşıyor, nihayetinde kendinle ilgisi olmayan bir kurgunun içinde sıkışıp kalıyorsun. Kendin buna inanıyorsun, insanlar da inanıyor, insanlar seni daha da çok inandırıyor, bu kısır döngünün içinde kaybolup gidiyorsun. İşte bu yüzden acılarını çevren dikkate almayınca, sen de almıyorsun, öyle güçlü inanmışsın ki güçlü olduğuna, hayat devam ediyor ya, hep yapacak şeyle var ya, ayakta kalmak zorundasın ya, farkına varamıyorsun ne kadar yaralandığını.
Ben anlayamadım, ta ki bedenim bana uykuyu unutturarak, iç organlarımı çökerterek sos verene kadar... Bedenimi çığlık çığlığa bağırmak zorunda bıraktım, hayatım boyunca sıkıntısını çekeceğim sağlık sorunları yaratmaya mecbur kaldı dikkat çekebilmek için, yıkıltı haline geldiğimi görebileyim diye, görsünler diye...
Güçlü olmaya çalışmak, hemen toparlanıp ayağa kalkmaya çalışmak çok derinlerimize yerleşmiş bir güdü. Hele insan 11 yaşında evinden ayrılıp yatılı okula gitmişse bu güdü iliklerine işliyor. Güçlü olmak, başarılı olmak, altından kalkmak, üstesünden gelmek, devam etmek, hep ama hep, ne olursa olsun ilerlemeye, adım atmaya, yürümeye devam etmek, nereye gittiğini bilmesen bile...
Hayat öyle acımasız bir yarış ki durmaya izin yok. Yaralı olsan da yaralarından kan damlata damlata yürüyeceksin. Durmanın tek meşru biçimi ölmek çünkü.
Ölmeden durmayı öğrenmem gerek. Güçsüzlüğümü, çaresizliğimi, yolumu kaybettiğimi, kötü olduğumu, ağır bir travma geçirdiğimi kabul etmem gerek. Hiçbirşey yokmuş gibi davranmaktan, iyi olmaya, tutarlı, mantıklı olmaya çalışmaktan... İzin verin artık bana, düşeceğim, yas tutacağım, dibe vuracağım, izin verin...
Yolunu tekrar bulmak için önce kaybettiğini kabul etmeli insan, ayağa kalkabilmek için önce düşmeli...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder