Karnımı kestiler, kisti çıkardılar, bir parça kumaş gibi diktiler derimi...
İmmatür teratom grade 2
Çok nadir görülen bir tür kanser, yayılabilen versiyonu
Haberi ilk aldığımda hissediğim bir tür boşluktu. İki aydır türlü hastalıkla boğuşmanın verdiği yorgunluk, en kötüsüyle yüzleşmenin getirdiği garip rahatlama hali...
Ne hissedeceğimi bilmiyorum. Karaciğerimi kaybedeceğim için öyle çok korktum ki, sanki artık korkmaya mecalim kalmadı. İstemsizce gözlerim doluyor sık sık. Biraz kendine acıma, biraz teslimiyet...
Moralin öneminden bahsediyor herkes. Önümde bir tedavi süreci var, kemoterapinin yıpratıcı mesaisi var. Kaldırabilecek miyim bu yorgunlukla, bilmiyorum.
Ama yaşamak istiyorum, yeter mi?
27 Nisan 2010 Salı
17 Nisan 2010 Cumartesi
Antti ve Anne
Senin şu Antti adından da anlaşılabileceği gibi bugüne kadar kendinle özdeşleştirdiğin ve şimdi parçalanmakta olan değerlerin, ideallerin antisi olmasın dedi terapistim. Antti'nin marksist olmayan ve hatta siyasetle bir ilgisi olmayan ilk erkek arkadaşım olduğunu söylememistim oysa daha.Antti gerçekten de anti-Özge mi? Uzakdoğu felsefesiyle ilgilenen, dövüş sporları yapan, kendini bir tür Budist olarak tanımlayan, yeşillere oy veren, organik besinlerle ve binumum Çin çaylarıyla beslenen, içki içmeyen bir adam. Ben bunların hiç birini anlatmadan nasıl anladı peki Antti'nin antiliğini?
Benzer bir şekilde annemin ateşli bir eski Maocu olduğunu, 70li yılları hep bir tür bayram yeri gibi coşku ve özlemle andığını, devrimci geçmişinden gurur duyduğunu söylemeden daha nasıl pat diye "annen ideallerle özdeş" dedi ve ekledi "ve sen annenin, bizim kuşağın ideallerini taşımaya çalışıyorsun, oysa her kuşak kendi idealleriyle hesaplaşmalıdır"
Öyleyse annem sürekli beni yargılayan, pataklayan, suçlayan üst sesin kanlı canlı hali mi?
Ancak ondan sonra anlattım İngiltere'ye gelip Antti'yle hayatımızı gördüğünde bir tür şaşkınlık ve sitemle "hayret, ben senin siyasetle, mücadeleyle içiçe, hareketli bir hayatın olacağını düşünmüştüm, oysa sen burda küçük, sakin bir hayatla mutlu gibisin" dediğini. Yumruk yemiş gibi olmuştum bunu söylediğinde, "sen böyle değildin, bu hayata nasıl fit oldun" diyordu annem.
Haftalarca, aylarca kendimi sorguladım sonra, acaba yanlış bir hayat mı yaşıyorum diye kendimi yedim, benim bu küçük İngiliz kasabasında ne işim vardı?, mutlu muydum gerçekten, yoksa kendimi mi kandırıyordum? Daha politik, daha sosyal, daha aktif olmam gerekmez miydi?
İşte üstses anne formunda konuşuyor, ya da anne üstses formunda. Oysa kim tayin ediyor benim nasıl olmam, nasıl yaşamam gerektiğini; neyden hoşlandığımı, ne istediğimi, neyin beni mutlu edeceğini kim bilebilir ben bile bilmezken...
Anlam Sorunu
Anlam sorunu kara delik gibidir dedi terapistim. Bir yerden başladı mı anlamsızlama herşeyi yutar, başladığı yere dönmek ve orada hesaplaşmak gerekir.
Benim için anlam sorununun temelinde şüphesiz siyasetten uzaklaşmanın yarattığı boşluk var. 14-15 yaşlarında hayatın anlamını dünyayı değiştirmekle özdeşleştirirse insan, kendini çok büyük ideallerle anlamlandırırsa, 20li yaşların ortalarında o idealler avuçlarında dağıldığında kendine yer bulamaz hayatta.
Akademi benim için bir geri adımdı. Örgütlü siyasetin yarattığı hayal kırıklığından, yorgunluktan kaçıp sığınabileceğim, entellektüel derinleşme vaadeden bir tür vaha. Kaçıyordum ama ideallerimi, inançlarımı korumak istiyordum. Madem siyaset izin vermiyordu burada gerçekleştirirdim kendimi, üretirdim, burada yaptıklarım, üretimim, gelişimim bir şekilde yine mücadeleye katkı koyardı, yaptığım nihayetinde bir İŞE YARARDI. Ne büyük yanılsama. Belki bu yüzden terapistim doktoramı parçalanan kimliğin, ideallerin bir uzantısı olarak gördüyor, haklı. Siyasette boşa çıkan anlamları akademiye, doktorama yüklemeye çalıştım çünkü. O büyük anlamları birkaç kıytırık word dosyası nasıl taşısın? niye taşısın?
Gerçekle yüzleşmeli: akademi böyle büyük anlamlar yaratacak bir yer değil, ya da artık değil. Senelerini verip bir tez yazıyorsun, nihayetinde 2-3 hoca okuyor, onlarda gerçekten okursa... Hadi diyelim birkaç da makale yazdın, 50-60, iyi ihtimalle birkaç yüz kişi okur. Nihayetinde küçük ve etkisiz partimizin yayın organına yazarken okunduğundan daha az okunacaksın, onca çaba, emek nereye gidecek, neye yarayacak?
Akademide birşeyler yapmanın, yapmaktan mutlu olmanın tek yolu büyük ideallerden ve entellektüel hırslardan arınmak, alanın kısıtlarını kabullenmek, akademik üretimi bir kişisel tatmin meselesi olarak görmek, üretiminin toplumsal-politik bir karşılığı olmayacağını, olsa olsa küçük bir akademik cemaat içinde paylaşılacağını bilmek
Ya da belki bunların hepsi bahane. Yeteneksizliğimi, basiretsizliğimi örtmek için ürettiğim bahaneler. İlk gençlik yıllarımda hayal ettiğim gibi insanlığın entellektüel birikimine mütevazı da olsa bir katkı yapacak düzeye, zekaya, yaratıcılığa sahip olmadığımı anlamanın acısıyla üretilen bahaneler, bilmiyorum.
Bildiğim doktoraya yüklediğim anlamlardan sıyrılmayı başaramazsam, asla tamamlayamayacağım. Aksi takdirde terapistimin dediği gibi üstbenliğimin beni devamlı yargıladığı, cezalandırdığı, patakladığı bir alan olmaya devam edecek tezim. Yeterince büyük ve anlamlı birşey yapamayacak olmanın bilinci herhangi birşey yapmama engel olacak, hiçbirşey yapmadıkça da tez değersizliğimi, işe yaramazlığımı imleyen, giderek zaten tetikte duran anlam sorununu uyaran, sadece akademik hayatımı değil hayatımın her alanını anlamsızlaştıran bir tür kara deliğe dönüşecek.
Yapılacak şey, eğer yapılabilirse, zavallı tezimi ilk gençlik yıllarımın ideallerinden, hülyalarından bağımsızlaştırmak. Onu sadece bir tez olarak, akademik hayatta atılması gereken bir adım olarak, bir iş olarak görmek.
Benim için anlam sorununun temelinde şüphesiz siyasetten uzaklaşmanın yarattığı boşluk var. 14-15 yaşlarında hayatın anlamını dünyayı değiştirmekle özdeşleştirirse insan, kendini çok büyük ideallerle anlamlandırırsa, 20li yaşların ortalarında o idealler avuçlarında dağıldığında kendine yer bulamaz hayatta.
Akademi benim için bir geri adımdı. Örgütlü siyasetin yarattığı hayal kırıklığından, yorgunluktan kaçıp sığınabileceğim, entellektüel derinleşme vaadeden bir tür vaha. Kaçıyordum ama ideallerimi, inançlarımı korumak istiyordum. Madem siyaset izin vermiyordu burada gerçekleştirirdim kendimi, üretirdim, burada yaptıklarım, üretimim, gelişimim bir şekilde yine mücadeleye katkı koyardı, yaptığım nihayetinde bir İŞE YARARDI. Ne büyük yanılsama. Belki bu yüzden terapistim doktoramı parçalanan kimliğin, ideallerin bir uzantısı olarak gördüyor, haklı. Siyasette boşa çıkan anlamları akademiye, doktorama yüklemeye çalıştım çünkü. O büyük anlamları birkaç kıytırık word dosyası nasıl taşısın? niye taşısın?
Gerçekle yüzleşmeli: akademi böyle büyük anlamlar yaratacak bir yer değil, ya da artık değil. Senelerini verip bir tez yazıyorsun, nihayetinde 2-3 hoca okuyor, onlarda gerçekten okursa... Hadi diyelim birkaç da makale yazdın, 50-60, iyi ihtimalle birkaç yüz kişi okur. Nihayetinde küçük ve etkisiz partimizin yayın organına yazarken okunduğundan daha az okunacaksın, onca çaba, emek nereye gidecek, neye yarayacak?
Akademide birşeyler yapmanın, yapmaktan mutlu olmanın tek yolu büyük ideallerden ve entellektüel hırslardan arınmak, alanın kısıtlarını kabullenmek, akademik üretimi bir kişisel tatmin meselesi olarak görmek, üretiminin toplumsal-politik bir karşılığı olmayacağını, olsa olsa küçük bir akademik cemaat içinde paylaşılacağını bilmek
Ya da belki bunların hepsi bahane. Yeteneksizliğimi, basiretsizliğimi örtmek için ürettiğim bahaneler. İlk gençlik yıllarımda hayal ettiğim gibi insanlığın entellektüel birikimine mütevazı da olsa bir katkı yapacak düzeye, zekaya, yaratıcılığa sahip olmadığımı anlamanın acısıyla üretilen bahaneler, bilmiyorum.
Bildiğim doktoraya yüklediğim anlamlardan sıyrılmayı başaramazsam, asla tamamlayamayacağım. Aksi takdirde terapistimin dediği gibi üstbenliğimin beni devamlı yargıladığı, cezalandırdığı, patakladığı bir alan olmaya devam edecek tezim. Yeterince büyük ve anlamlı birşey yapamayacak olmanın bilinci herhangi birşey yapmama engel olacak, hiçbirşey yapmadıkça da tez değersizliğimi, işe yaramazlığımı imleyen, giderek zaten tetikte duran anlam sorununu uyaran, sadece akademik hayatımı değil hayatımın her alanını anlamsızlaştıran bir tür kara deliğe dönüşecek.
Yapılacak şey, eğer yapılabilirse, zavallı tezimi ilk gençlik yıllarımın ideallerinden, hülyalarından bağımsızlaştırmak. Onu sadece bir tez olarak, akademik hayatta atılması gereken bir adım olarak, bir iş olarak görmek.
Terapiyle Tanışma
Akıl her sıçradığında insanoğlunu yerinden oynatır
Parçalanıyorsun dedi terapistim. Varlığın, benliğin değerlerin parçalanıyor, bedenin de buna ayak uyduruyor dedi, ne de olsa varlığın somut görünümüdür beden...
Uzun zamandır, çok derinlerde hissettiğim şeyleri yüzüme sakince söyleyiverdi. Varoluşsal bir kriz içinde olduğumu, ağır bir travma yaşadığımı, yerimin, yurdumun, yolumun, amacımın kalmadığını, özgürlüğünü ve yolunu kaybetmiş bir göçebe olduğumu... En ağırı da yine o sakin ses tonuyla "sanki yaşamıyorsun da yaşama maruz kalıyorsun" demesiydi.
Parçalanan şey hala bana hükmediyor terapistime göre. İdealleri temsil eden bir üstses beni sürekli yargılıyor, cezalandırıyor. Eskinin ağırlığı, yıkıntısı hala omuzlarımda yani. Üstbenliğimin geçmişte kalmasına izin vermediği bir yenilgi, geri basma, işe yaramazlık duygusu; anlamını yitirme, kendine hayatta yer bulamama hissi; sana dair olan, kendini üzerinden anlamlandırdığın herşeyin avuçlarında dağılımasını, unufak olmasını izlemek. Kim olduğunu, nereye ait olduğunu, ne istedini bilmemek. Boşluk. İnsanın kendini hiç tanımadığını görmesi ne kadar acı, onca yıla, o kadar çabaya, düşünmeye rağmen, kendisine bu kadar yabancı olması...
Seviyorum sandığın şeyleri sevmediğini, inanıyorum sandığın şeylere inanmadığını, zannettiğin insan olmadığını, senelerdir sanal bir benliğin ardına sığındığını... O benlik öyle güçlü, öyle heybetliydi ki, senelerce en yakınlarım bile acılarımı, çıkmazlarımı umursamadı, nasılsa altından kalkar, nasılsa ayakta kalır, güçlü ya...
15-16 yaşında bir benlik kurgusu yapıyor insan, bunu çevrene yansıtıyorsun, çevren de daha da güçlenmiş haliyle geri yansıtıyor sana, zamanla yaptığın kurguyla gerçek benlik arasındaki açı giderek açılıyor, sen kurguna sahip çıktıkça gerçeklik giderek uzaklaşıyor, nihayetinde kendinle ilgisi olmayan bir kurgunun içinde sıkışıp kalıyorsun. Kendin buna inanıyorsun, insanlar da inanıyor, insanlar seni daha da çok inandırıyor, bu kısır döngünün içinde kaybolup gidiyorsun. İşte bu yüzden acılarını çevren dikkate almayınca, sen de almıyorsun, öyle güçlü inanmışsın ki güçlü olduğuna, hayat devam ediyor ya, hep yapacak şeyle var ya, ayakta kalmak zorundasın ya, farkına varamıyorsun ne kadar yaralandığını.
Ben anlayamadım, ta ki bedenim bana uykuyu unutturarak, iç organlarımı çökerterek sos verene kadar... Bedenimi çığlık çığlığa bağırmak zorunda bıraktım, hayatım boyunca sıkıntısını çekeceğim sağlık sorunları yaratmaya mecbur kaldı dikkat çekebilmek için, yıkıltı haline geldiğimi görebileyim diye, görsünler diye...
Güçlü olmaya çalışmak, hemen toparlanıp ayağa kalkmaya çalışmak çok derinlerimize yerleşmiş bir güdü. Hele insan 11 yaşında evinden ayrılıp yatılı okula gitmişse bu güdü iliklerine işliyor. Güçlü olmak, başarılı olmak, altından kalkmak, üstesünden gelmek, devam etmek, hep ama hep, ne olursa olsun ilerlemeye, adım atmaya, yürümeye devam etmek, nereye gittiğini bilmesen bile...
Hayat öyle acımasız bir yarış ki durmaya izin yok. Yaralı olsan da yaralarından kan damlata damlata yürüyeceksin. Durmanın tek meşru biçimi ölmek çünkü.
Ölmeden durmayı öğrenmem gerek. Güçsüzlüğümü, çaresizliğimi, yolumu kaybettiğimi, kötü olduğumu, ağır bir travma geçirdiğimi kabul etmem gerek. Hiçbirşey yokmuş gibi davranmaktan, iyi olmaya, tutarlı, mantıklı olmaya çalışmaktan... İzin verin artık bana, düşeceğim, yas tutacağım, dibe vuracağım, izin verin...
Yolunu tekrar bulmak için önce kaybettiğini kabul etmeli insan, ayağa kalkabilmek için önce düşmeli...
Parçalanıyorsun dedi terapistim. Varlığın, benliğin değerlerin parçalanıyor, bedenin de buna ayak uyduruyor dedi, ne de olsa varlığın somut görünümüdür beden...
Uzun zamandır, çok derinlerde hissettiğim şeyleri yüzüme sakince söyleyiverdi. Varoluşsal bir kriz içinde olduğumu, ağır bir travma yaşadığımı, yerimin, yurdumun, yolumun, amacımın kalmadığını, özgürlüğünü ve yolunu kaybetmiş bir göçebe olduğumu... En ağırı da yine o sakin ses tonuyla "sanki yaşamıyorsun da yaşama maruz kalıyorsun" demesiydi.
Parçalanan şey hala bana hükmediyor terapistime göre. İdealleri temsil eden bir üstses beni sürekli yargılıyor, cezalandırıyor. Eskinin ağırlığı, yıkıntısı hala omuzlarımda yani. Üstbenliğimin geçmişte kalmasına izin vermediği bir yenilgi, geri basma, işe yaramazlık duygusu; anlamını yitirme, kendine hayatta yer bulamama hissi; sana dair olan, kendini üzerinden anlamlandırdığın herşeyin avuçlarında dağılımasını, unufak olmasını izlemek. Kim olduğunu, nereye ait olduğunu, ne istedini bilmemek. Boşluk. İnsanın kendini hiç tanımadığını görmesi ne kadar acı, onca yıla, o kadar çabaya, düşünmeye rağmen, kendisine bu kadar yabancı olması...
Seviyorum sandığın şeyleri sevmediğini, inanıyorum sandığın şeylere inanmadığını, zannettiğin insan olmadığını, senelerdir sanal bir benliğin ardına sığındığını... O benlik öyle güçlü, öyle heybetliydi ki, senelerce en yakınlarım bile acılarımı, çıkmazlarımı umursamadı, nasılsa altından kalkar, nasılsa ayakta kalır, güçlü ya...
15-16 yaşında bir benlik kurgusu yapıyor insan, bunu çevrene yansıtıyorsun, çevren de daha da güçlenmiş haliyle geri yansıtıyor sana, zamanla yaptığın kurguyla gerçek benlik arasındaki açı giderek açılıyor, sen kurguna sahip çıktıkça gerçeklik giderek uzaklaşıyor, nihayetinde kendinle ilgisi olmayan bir kurgunun içinde sıkışıp kalıyorsun. Kendin buna inanıyorsun, insanlar da inanıyor, insanlar seni daha da çok inandırıyor, bu kısır döngünün içinde kaybolup gidiyorsun. İşte bu yüzden acılarını çevren dikkate almayınca, sen de almıyorsun, öyle güçlü inanmışsın ki güçlü olduğuna, hayat devam ediyor ya, hep yapacak şeyle var ya, ayakta kalmak zorundasın ya, farkına varamıyorsun ne kadar yaralandığını.
Ben anlayamadım, ta ki bedenim bana uykuyu unutturarak, iç organlarımı çökerterek sos verene kadar... Bedenimi çığlık çığlığa bağırmak zorunda bıraktım, hayatım boyunca sıkıntısını çekeceğim sağlık sorunları yaratmaya mecbur kaldı dikkat çekebilmek için, yıkıltı haline geldiğimi görebileyim diye, görsünler diye...
Güçlü olmaya çalışmak, hemen toparlanıp ayağa kalkmaya çalışmak çok derinlerimize yerleşmiş bir güdü. Hele insan 11 yaşında evinden ayrılıp yatılı okula gitmişse bu güdü iliklerine işliyor. Güçlü olmak, başarılı olmak, altından kalkmak, üstesünden gelmek, devam etmek, hep ama hep, ne olursa olsun ilerlemeye, adım atmaya, yürümeye devam etmek, nereye gittiğini bilmesen bile...
Hayat öyle acımasız bir yarış ki durmaya izin yok. Yaralı olsan da yaralarından kan damlata damlata yürüyeceksin. Durmanın tek meşru biçimi ölmek çünkü.
Ölmeden durmayı öğrenmem gerek. Güçsüzlüğümü, çaresizliğimi, yolumu kaybettiğimi, kötü olduğumu, ağır bir travma geçirdiğimi kabul etmem gerek. Hiçbirşey yokmuş gibi davranmaktan, iyi olmaya, tutarlı, mantıklı olmaya çalışmaktan... İzin verin artık bana, düşeceğim, yas tutacağım, dibe vuracağım, izin verin...
Yolunu tekrar bulmak için önce kaybettiğini kabul etmeli insan, ayağa kalkabilmek için önce düşmeli...
16 Nisan 2010 Cuma
Başlarken
Hayatın bu kadar yıkıcı olabileceğini bilmiyordum. İnsanın kendi bedenine bu kadar ağır hasar verebileceğini...
Önce uykusuzluk başladı, haftalarca süren, insanı yavaş yavaş delirten bir uykusuzluk... Bedenin yorgunluktan ağrırken, gözlerin yanarken, öylece saatlerce yatmak yatakta, uykuyla uyanıklık arasında sıkışıp kalmak, bir kapının eşiğine kadar gelip, o kapının koluna bir türlü uzanamamak gibi, bir adım ötede sevdiğini görüp, o adımı bir türlü atamamak gibi, işte o zaman korku bütün benliğini sarar, bedeninin uykumayı unuttuğundan, bir daha asla uyuyamayacağından korkarsın, göğsüne yakıcı bir ağırlık çöker, karanlık bir kuyuya düşmeye başlarsın, ta ki sabah oluncaya, bedenin yorgn ve yenik, yeni günün ritmine teslim oluncaya dek...Sonra karın ağrıları geldi, her seferinde beni hastanelik eden, en az 2-3 gün serumlara, ağrı kesicilere, kan testlerine, ultrasonlara mahkum eden, morfine bile tepki vermeyen, bir türlü teşhis edilemeyen karın ağrıları... En son geldiğinde ateşi ve iltahabı da beraberinde getirdi, gitmedi. Günlerce maruz bırakıldığım antıbıyotik tedavisinin karaciğerimi zehirlediğini öğrendiğimde çok geçti. Toksik hepatit, safra sorunları yakama yapışıp öyle bir sarstılar ki, zaten yabancısı olmadığım kaygı ve korku benliğimi büsbütün teslim aldı. Ölüm korkusunu iliklerimde hissettim. Kendinden başka herşeyi anlamsızlaştıran, koyu karanlığında eriten o meşum ölüm korkusu...
Karaciğerin yavaş yavaş kendini toparlamaya çalışırken, muhtemelen o korkunun bedenime armağan ettiği 10cm. çapında kocaman bir yumurtalık kisti çıktı karşıma, ne menem bişeydir henüz belli değil, operasyon, sonra testler, böyle sürüp gidecek bu kabus
Plastrone apandisit, toksık hepatit, safra taşı, yumurtalık kisti, hepsi toplam bir ayda, genç ve sağlıklı sayılabilecek bir bedende ortaya çıktı, gaipten gelen sesler gibi...
Korkuyorum, ameliyattan, sağlığıma kavuşamamaktan, doğurganlığımı yitirmekten, ama en çok kendi kendime zarar verebilme yeteneğimden. Bedenim üzerindeki bu sınrısız gücümden, yıpratma, bozma, yok etme potansiyelimden...
Kendimi kendimden nasıl koruyacağımı bilmiyorum, çaresizlik, hissettiğim şeyin adı bu...
Kaydol:
Yorumlar (Atom)